ZEHİRLİ SÖYLEŞİLER

Garbis Altınoğlu

5-6 Ekim 2002      

Yeniden Atılım’ın 29 Haziran 2002 tarihli 15. sayısında, Işık Kutlu’nun “Yağmur Sonrası Söyleşileri” başlıklı yazısı yayımlandı. Yazar bu yazısında, esas olarak iki eski TİİKP-Aydınlık yöneticisinin (Gün Zileli ve Ömer Faruk Ciravoğlu) son dönemde yayımlanmış olan anı kitaplarına dayanarak, 12 Mart dönemi devrimcilerinin hatalı cinsel eğilimlerini değerlendiriyor ya da daha doğrusu bu bahaneyle adıgeçen devrimci kuşağı yargılamaya ve mahkum etmeye kalkışıyor! O, daha sonra Vedat Türkali’nin Güven adlı iki ciltlik belgesel romanına dayanarak 1940’ların TKP’si için de benzer bir değerlendirme yapıyor. Kutlu, Ciravoğlu’nun söylediklerine de değinmekle birlikte, anılarını Yarılma ve Havariler adını taşıyan iki ciltte topladığını belirttiği Zileli’nin kitabındaki zırvaları esas alıyor. Örneğin bu bay Havariler kitabında şöyle diyordu: “Aramızda yaygın bir şaka, henüz evli olmayan, ama kız arkadaşı tutuklu arkadaşlara, ‘peki, bayrağı diktin mi bari’ diye sormaktı. Bizim mantığımıza göre, kadınlar, fethedilmesi gereken birer kaleydi ve ne yapıp ne edip bu kaleye ‘bayrağın dikilmesi’ gerekiyordu… Bu tür mahrem konuları konuşmaktan büyük zevk alırdık, birkaç mahçup arkadaş dışında kimse cinsel yaşamını saklamak gereğini duymazdı. Hele bayrağı dikmiş olanlar, bunu büyük bir gururla açıklamakta sakınca görmezdi.” Kutlu, Zileli’nin bu sözlerine  tümüyle katılıyor ve şu yorumu getiriyor: “Bayrak dikme sözü tam da mülkiyetçi söylemi yansıtıyor. Kadınlar hem mülk edinilecek, hem fethedilecek cinsel objeler olarak görülüyor. Bu durum devrimci mücadele açısından başlangıçtan beri tam bir yozluk kaynağına işaret ediyor… “Gün Zileli o dönemde bir siyasetin iki numaralı adamı olarak bir eğilimi yansıtıyor. Söyledikleri bu anlamda önem taşıyor. Bu eğilim, tamamen ucuz bir lümpen tarza denk düşüyor. Dönemin ‘ileri’denilen devrimci erkeklerinin görüş açısıdır. Bir siyasete mal ederek bakılmamalıdır. Politik iktidara karşı savaş açmış görünenlerin kafasında cinsiyetler arası ilişkiler sözkonusu olduğunda mevcut iktidarın ne denli içselleşmiş olduğunu gösteriyor. Elbette tıpkı toplumdaki gibi, bir devrimci siyasetin gelişmişlik derecesini kavramak için, cinsler arası ilişkilerin düzeyine ve kadınların konumlanışına bakmak gerekiyor. Cinsler arası ilişkiler ve cinselliğe yaklaşım devrimci siyasetlerin yumuşak karnı, bir çeşit turnusol kağıdı işlevi görüyor.” (abç)

Yani, Işık Kutlu şunu söylemektedir: Gün Zileli’nin yansıttığı ve “tamamen ucuz bir lümpen tarza denk düş”en eğilim, yalnızca “bir siyaset”i, yani TİİKP-Aydınlık hareketini karakterize etmemektedir. Kutlu’ya göre bu eğilim, “Dönemin ‘ileri’ denilen devrimci erkeklerinin görüş açısıdır”; yani o dönemin bellibaşlı devrimci örgütlerine (TKP-ML, THKP-C, THKO) egemendir. Dahası, bu hanıma göre “Bu durum devrimci mücadele açısından başlangıçtan beri (???) tam bir yozluk kaynağına işaret ediyor”muş. Kadın-erkek ilişkileri sözkonusu olduğunda, politik iktidara karşı savaş açmış gözüken 12 Mart devrimcilerinin kafalarında “mevcut iktidarın ne denli içselleşmiş olduğu” açıkça görülüyormuş. Uzun lafın kısası, cinsler arası ilişkilere yaklaşımın devrimciliğin turnusol kağıdı işlevi gördüğünü, yani devrimciliğin denektaşı olduğunu ileri süren Kutlu, 12 Mart devrimcilerinin aslında devrimci falan olmadıklarını, pek de üstü örtülü olmayan bir tarzda ileri sürüyor.    

Tam da bu noktada sorulması gereken bir kaç soru var.  a) 12 Mart döneminde en geri anlamıyla devrimci olup olmadığı bile tartışma konusu olan, daha sonraki süreçte, esas işlevinin devrimci hareketi içinden sabote etmek olduğu berrak bir biçimde açığa çıkmış bulunan ve gerici “Üç Dünya” teorisini ve devrim ile karşı-devrim arasında işbirliği çizgisini benimsemesinin ardından yavaş yavaş açıkça devletin ve egemen sınıfların saflarında yer almaya başlamış olan TİİKP-Aydınlık hareketinin 12 Mart döneminde cezaevinde bulunan kadrolarına Ciravoğlu’nun ve Zileli’nin belirttiği tutum ve eğilim egemen olmuş olabilir. (Burada, Ciravoğlu ve Zileli’nin anılarında, o dönemin TİİKP-Aydınlık kadrolarının cinsel zaaflarını ve geri yanlarını da abartılı bir tarzda yansıttığı söylenmelidir.) Ama Kutlu, bu tutum ve eğilimi devrimci hareketin tümüne, yani TKP-ML, THKP-C ve THKO’ya da yaygınlaştırma ve maletme hakkını nereden almakta, bu savlarını hangi verilere dayandırmaktadır? b) Kutlu, TİİKP-Aydınlık gibi böylesi adı lekeli bir hareketin “iki numaralı adamı” olarak nitelediği Zileli’yi nasıl ve hangi hakla güvenilir ve adil bir gözlemci olarak kabul etmekte ve onun anılarına dayanarak devrimci hareketi yargılamaya ve mahkum etmeye kalkışabilmektedir? O, zaten asla gerçek ve tutarlı bir devrimci olmamış olan bu TİİKP-Aydınlık yöneticisinin yıllar sonra, üstelik eğreti bir giysi gibi sırtında taşıdığı Marksizm-Leninizmi açıkça reddedip anarşizmin konumuna girdiği bir dönemde kaleme aldığı anılarına dayanarak bu denli duyarlı bir konuda nasıl böylesine rahatlıkla ve sorumsuz bir tarzda kalem oynatabilmektedir? (1)  c) 12 Mart öncesini ve 12 Mart dönemini iyi kötü bilen, o dönemin devrimci hareketini ve özellikle TKP-ML örgütünü, onun yönetici ve kadrolarını yakından tanımış ve onlara -anlaşıldığı kadarıyla ikiyüzlüce- övgüler yağdırmış ve bugüne değin toz kondurmamış olan Kutlu, şimdi neden Zileli ile kolkola 12 Mart devrimci kuşağını böyle ağır ve haksız bir biçimde karalamaya kalkışmakta, bunu yapma hak ve cesaretini kendinde nasıl bulabilmektedir? (2)     

Bu soruların yanıtını aşağıda kaba çizgileriyle vermeye çalışacağım. Burada yalnızca, Kutlu’nun bu çirkin savlarını kanıtlamak için Ciravoğlu ve Zileli’nin (ve Türkali’nin) anılarına göndermede bulunmanın dışında hiç bir maddi veri sunmadığını ve aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu dönemin devrimci tanıklarının -ve hatta bugüne kadar Kutlu’nun kendisinin de- böylesi gözlemlerinin olmadığını, bugüne değin kimsenin böylesi savları dile getirmediğini ve Kutlu’nun bir ilki “başardığı”nı anımsatmak istiyorum. Devam edelim.    
Daha ilerde Kutlu, gene Gün Zileli’nin tanıklığına başvuruyor ve bu bayın kitabından, onun eşinden ayrılmasının ardından çapkınlık denemelerine giriştiğine ilişkin bir alıntı sunduktan sonra şunları söylüyor: “Devrimci dönemlerin coşkusu insan ilişkilerinin üstünü örtebiliyor. Çarpıklıklar ancak bireysel ya da toplumsal gerileme dönemlerinde su yüzüne çıkıyor. Ve pratiğin sıcağında yıkıldı sanılan sınıfsal barajlar ve duvarlar gerileme dönemlerinde yeniden örülüyor… Bu durumu devrimcilikten gittikçe uzaklaşan bir siyasetin dışa vuran kusurları olarak görmek kolaycılık sayılmalıdır. Sorunun daha derinde olduğunu gösteren işaretler var. Örneğin TKP’nin tarihinden kesitlerin anlatıldığı Güven romanında da yoz kadın-erkek ilişkileri insanın yüzüne bir tokat gibi çarpıyor… Bu yüzden, kendini gizleyen arkadaşının genç ve güzel karısını bir seks objesi olarak gören birinden devrimcilik beklememek durumundayız. Hele yöneticilik otoritesini genç devrimci kızları elde etmek için kullanan ve bunun adına da aşk diyen, hatta bu yüzden aşk konusundaki muhafazakar görüşleri eleştiren mantığı anlamaksa hiç olası değil.” (abç) 

Yani Kutlu, Gün Zileli’nin (ve belki onun TİİKP-Aydınlık hareketi içindeki yol arkadaşlarının) kadınlara yaklaşımındaki geriliği ve özellikle de ahlaksal yozlaşmayı, 12 Mart dönemi devrimci hareketinin genel karakteristiği olarak sunmakla kalmıyor; bu kötü “geleneğin” 1971 devrimcilerinin TKP’nden devraldıkları bir miras olduğunu ileri sürüyor. Ama, “çamur at izi kalsın” mantığıyla davrandığı anlaşılan Kutlu burada da bu “cüretli” savını kanıtlamak için ne herhangi bir girişimde bulunuyor, ne de Türkali’nin, en iyimser deyişle büyük ölçüde tartışmalı savlarının ve “gözlemlerinin” ötesinde bir kanıt sunuyor.    

Fakat Kutlu’nun bir kez daha baltayı taşa vurduğunu belirtmek zorundayız. Her şeyden önce, Vedat Türkali’nin belgesel romanının konusu olan 1940’ların TKP’si -Kutlu’nun da kabul etttiği gibi- az-çok tutarlı bir devrimci parti bile değildir. İçinde taşıdığı dürüst ve içtenlikli komünist potansiyele rağmen TKP; CHP’nin, Kemalizmin ve Türk burjuvazisinin kuyruğundan ayrılamayan son derece dar bir Menşevik ve sosyal-şoven çevre olmanın ötesine geçememiştir. Zaten devrimci bir siyasal çizgi ve pratiğe sahip olmayan ve önderliği strateji ve taktiğini burjuvazinin farklı hizipleri arasındaki ayrılıklar üzerine oturtmuş olan bu partinin kadro ve sempatizanlarının, İkinci Dünya Savaşının kasvetli ortamında ve Türk gericiliğinin yoğun baskısı altında bir takım bunalımlar geçirdiklerini ve bu bunalımların kadın-erkek ilişkileri alanında bazı yansımaları olabileceğini bir yere kadar kabul edebiliriz belki. Ancak, TKP’nin böylesi bir “geleneğinin” varolduğunu bir an için kabul ettiğimizi düşünelim. Bu neyi kanıtlar? “Sorunun daha derinde olduğunu gösteren işaretler var” türünden dedektifvari ve subjektif bir saptamayla, -o da varsa eğer- bu geleneğin 12 Mart devrimci kuşağı tarafından bir biçimde devralınmış olduğu yolundaki ima, gericilere ve burjuvaziye özgü bir karalama girişiminden öteye geçemez. (3)

İkincisi, Kutlu, Gün Zileli’yi anımsatırcasına, TKP kadrolarını sürekli olarak karşı cinsten birini ayarlamakla uğraşan insanlar olarak gösteren, dolayısıyla çok büyük olasılıkla onların bu doğrultudaki zaaflarını alabildiğine abartan ve örneğin kitabın öndegelen kahramanlarından Turgut ve Halil adlı militan devrimci gençleri ve romanın diğer bir dizi ikincil kahramanını adeta cinsel sapıklar gibi gösteren Vedat Türkali’nin Güven adlı yapıtının, o günlerin gerçekliğini ne ölçüde yansıttığını sormuyor bile. O, oportünist ideolojik duruşunu ve siyasal çizgisini tartışmaksızın ve Türkiye devrimci hareketine olumsuz bakışını sorgulamaksızın, TKP’nin revizyonist-reformist çizgisinin tipik bir temsilcisi olan Türkali’nin tüm gözlemlerini doğru ve inanılır kabul ediyor.    

Peki Kutlu’nun bu çıkışını nasıl yorumlamalı, ona nasıl bir anlam biçmeliyiz? Şöyle: Türkiye devrimci hareketi halihazırda egemen sınıfların saldırısı ve kendi stratejik ve taktiksel zaaflarına bağlı olarak önemli bir daralma ve özgüven bunalımı yaşıyor. Tasfiyeciliğin içten ve burjuvazinin dıştan saldırısıyla karşı karşıya bulunduğu bir dönemde Kutlu, bu hareketin önemli bir dönüm noktasını simgeleyen 12 Mart devrimci kuşağına kendi bulunduğu mevziden bir saldırıya girişiyor. O, 12 Mart devrimci kuşağının kadınları bir cinsel obje olarak görme ve cinsel zaaf ve hatta sapıklıkla sakatlanmış olduğunu ileri sürerek devrimci hareket saflarında bir ilke imzasını atıyor ve bu kuşağı karalamaktan çekinmiyor. Kutlu’nun bu konudaki cüretini şaşırtıcı bulmamak olanaksız. Gerçekten de, ötedenberi özelde TKP’ni ve genelde komünistleri kadınları ortak kullanmakla ve diğer bir dizi cinsel sapıklıkla suçlayagelen ve böylelikle kitlelerin en geri önyargılarını harekete geçirmeye kalkışan egemen sınıfların ağzı salyalı uşakları bile, bilebildiğim kadarıyla bugüne kadar 12 Mart devrimci kuşağına böylesi bir saldırıya girişmeye cüret edememişlerdi. Demek ki, bugünleri de görecektik. Şimdiye değin, işçi ve emekçilerin son derece duyarlı oldukları ve dolayısıyla devrimci hareketin de duyarlı olmak zorunda olduğu bu konuda devrimcilere saldırmak, burjuvazinin ve onun anti-komünist yazar ve düşünür taslaklarının işiydi. Kutlu’yu onların yanında görmek üzücü, ama şaşırtıcı değil. Değil; çünkü Kutlu burada yalnızca kendi kişisel eğilimini değil, aynı zamanda sayfalarında yazdığı Y. Atılım gazetesinin yaşadığı tasfiyeci çürüme eğilimini yansıtıyor. Kendisine “devrimci sosyalist”, “Marksist-Leninist” ünvanını takan bir gazetede bu yazının, o gazetenin yayım kurulunun onayı olmaksızın yayımlanabileceği düşünülemez herhalde.

Devam edelim. Kutlu, cinsler arası ilişkiler ve cinselliğe yaklaşımın devrimci örgütleri değerlendirmede bir turnusol kağıdı işlevi gördüğünü söyledikten sonra şunları ekliyordu: “Peki kadınlar kendilerini nasıl görüyor? Bu durumda dönemin kadınlarının gözlemlerine başvurmak doğru olacaktır. Mukaddes Çelik’in kitabı kadın bakış açısını yansıtan tek doğrudan anlatım olarak benzersizliğini koruyor.” İyi ama, “kadın bakış açısı” denen şey ne ola ki? Proletaryanın ve burjuvazinin kendi sınıfsal bakış açıları vardır; belki bunlara, çok da kendine özgü bir nitelik taşıdığı söylenemeyecek olan küçük burjuvazinin bakış açısı eklenebilir. En iyi dönemlerinde bile, proleter devrimciliği ile küçük-burjuva devrimciliği arasındaki farkı kavramamış olan ve proletaryayı her zaman emekçilerin ve halkın içinde eriten Kutlu, burada da proleter, küçük burjuva ve burjuva kadın arasında ayrım yapmamış, hangi sınıfın kadınının bakış açısını kasttettiğine değinmemiş. Haydi, “kadın bakış açısı” kavramının içine pekala burjuva kadının bakış açısının da konabileceğini bir an için unutalım ve onun, proleter kadının bakış açısını kastettiğini varsayalım. Bu durumu kurtarmaya yetecek mi? Hayır. Başka alanlarda olduğu gibi, cinsellik ve cinsel ilişkiler alanında da devrimci proletaryanın bir tek ve cinslere göre bölünmez bir Marksist-Leninist bakış açısı vardır. Nasıl, örneğin ulusal sorunda, hem ezilen ulusun, hem de ezen ulusun proletaryasının paylaştığı bir tek ve uluslara göre bölünmez bir Marksist-Leninist bakış açısı varsa.    

En bayağı ve geri ve hatta gerici türünden bir feminizme gömülmekte olduğu anlaşılan Kutlu, 12 Mart devrimci kuşağını bu açıdan da yargılamaya kalkışırken şunları söylüyor:  “Sosyalist olabilmek için bir yaşam biçimini içselleştirmek gerekiyor. Gün Zileli’nin yazdıkları erkek egemen kültürün boyutlarını ve bu içselleşmenin derecesini anlamamıza yardımcı oluyor. Kitaptan anlaşılacağı üzere, devrimci mücadelenin kadınları yeteneklerine rağmen kavgada daha geri bir planda konumlanıyor.”     

Geçmişte Türkiye devrimci hareketinin kadın devrimcilere yaklaşımında, yeterince gelişememiş kapitalizmimizin ve esas olarak onun tarafından belirlenen ideolojik-kültürel üstyapımızın ürünü olan bir küçümsemenin yaşanmış olduğunu ve bunun hala sürmekte olduğunu kabul edebiliriz. Ama, herşeyden önce, bunun için Kutlu’nun adeta bir otorite ve yüksek yargıç aylasıyla donattığı Gün Zileli gibilerinin, 1990’ların başına kadar TİİKP-Aydınlık hareketinin iğrenç pratiğinin sorumluluğunu tümüyle paylaşan ve bu gerici çetenin çizgisinin mimarlarından birisi olan bu eski Aydınlıkçının gözlemlerine ve kılavuzluğuna hiç, ama hiç gereksinimimiz yok. Kutlu’nun, devrimcilikle bağlarını bütünüyle koparıp atmış ve Marksizmi açıkça reddetmiş olan bu kişinin gözlem ve değerlendirmelerine sürekli olarak göndermede bulunması, aslında kendi duruşu, düşünüş tarzı ve pratiğini ele veriyor. Atasözünde söylendiği gibi, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!”    

İkincisi, Türkiye devrimci hareketinin kendisi de içinde oluştuğu toplumsal ortamın ürünü olduğuna, yani arkasında binlerce yıllık feodal geleneklerin bulunduğu bir toplumun rahminden çıktığına göre, -sosyalizm evresinde bile etkileri sürecek olan- bu hatalı eğilimin neredeyse devrimci hareketin temel niteliğini, yani devrimciliğini ortadan kaldıran bir kusurmuş gibi sunulması da tümüyle yanlıştır. Marks’ın, kapitalizmden komünizme bir geçiş evresi toplumu olan sosyalizmi, yani bizim henüz aşamadığımız ve ulaşamadığımız bu eşiği, “ekonomik, törel, entellektüel bütün bakımlardan henüz bağrından çıktığı eski toplumun izlerini taşıyan bir toplum” olarak değerlendirdiği nasıl unutulabilir? Türkiye devrimci hareketi için de doğrudur bu. Dolayısıyla, küçük-burjuva devrimciliğinden kopamayan ve tutarlı bir Marksist-Leninist çizgiyle buluşamayan 1960’ların ve 1970’lerin devrimcilerinin, içinden çıkmış oldukları Türkiye toplumuna egemen olan feodal değer yargılarından etkilenmelerini, cinsler arası ilişkilere tutarlı demokratik bir tarzda yaklaşamamalarını çok tuhaf karşılamamak gerek.     

Üçüncüsü, kapitalizmin gelişimine bağlı olarak temeli sürekli olarak aşınan kadının geri toplumsal ve siyasal statüsünden kurtuluşu için Kutlu’nun sunduğu idealist reçete anlamsızdır:

“Yeni çağda kavga en çok sözler alanında sürüyor. Mücadelenin kadın ve erkeklerinin değiştirip dönüştürmeye önce kendi hayatlarından başlamaları bir devrimci iş oluyor.” (“Yağmur Sonrası Söyleşileri”) Kadın devrimcilerin geri toplumsal ve siyasal statülerinden kurtuluşunun temel yolu, onların -ve erkek devrimcilerin- proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf savaşımına ve anti-faşist ve anti-emperyalist kavgaya atılmalarından ve bu savaşım ve kavga ortamında kendilerini dönüştürmelerinden geçer. “Önce kendini devrimcileştir!” formülü idealist bir formüldür. Devrimci erkek ve kadınlar, sınıf savaşımına, kaçınılmaz olarak kapitalist toplumdan devraldıkları ideolojik-kültürel mirasın yüklerini sırtlarında taşıyarak atılacak ve bu süreç içinde kendilerini şu ya da bu tempoyla bu yüklerden kurtaracaklardır. Bunun, yılları, hatta onyılları alacağı ve bu sürece devrimci bireyler, devrimci partiler ve devrimci devletlerin yaşayacağı yenilgi, gerileme ve geriye dönüşlerin eşlik edeceği açıktır.     

Dördüncüsü, Kutlu, kendi sınıfsal ve siyasal duruşuna bağlı olarak, gerek 12 Mart döneminde ve gerekse onu izleyen 1970’li ve 1980’li yıllarda devrimci hareketimize damgasını vuran eğilimin küçük-burjuva devrimciliği olduğunu, bu hareketin proletarya hareketi ile kaynaşmaktan, proletaryanın anti-kapitalist savaşımının öncüsü olarak konumlanmaktan uzak olduğunu ve hatta bu görevin sözcüğün gerçek anlamında bilincine varamadığını kavramamıştır. Bu yüzdendir ki o, bu egemen küçük-burjuva devrimciliği damarının Türkiye devrimci hareketini, bir dizi temel sorunda olduğu gibi, özel olarak kadın sorununda da burjuva ve hatta yer yer feodal anlayışların etkisine açık hale getirdiğini de anlamamıştır.    

Yazar bu arada TİİKP-Aydınlık revizyonizmini yüceltmeyi de ihmal etmemiş:  “İçinden başta TKP-ML olmak üzere sonraki yılların pek çok devrimci gücünü çıkaran Aydınlık hareketinin…. ” (abç) Oysa, kendisinin de pek iyi bildiği gibi, TİİKP-Aydınlık hareketi, bünyesinden İ. Kaypakkaya’nın başını çektiği TKP-ML’yi çıkarttıktan sonra, iyice sağa kaymış, devrimci hareketin, 12 Mart yenilgisinin ardından yeniden toparlanmakta olduğu dönemde, bu hareketi sağa çekmek ve onun ilerleyişini frenlemek için çaba harcamış ve 1977’den itibaren de yavaş yavaş açıkça egemen sınıfların yanında saf tutmaya başlamıştır. Aslında, TKP-ML’den sonra Aydınlık’tan böyle güçlerin çıkmadığını çok iyi bilmesi gereken Kutlu, bu “pek çok devrimci gücün” neler olduğunu açıklamaya kalkmalıydı ve kalkmalıdır. Peki, acaba o neden TİİKP-Aydınlık hareketini böylesine onore ediyor? Bunun nedeni onun, 12 Mart devrimciliğine saldırısında referans aldığı kaynakların (Ciravoğlu, Zileli, Türkali) ne denli sağlam ve güvenilir (?) olduğunu kanıtlama çabası mı yoksa bizzat kendisinin Türkiye devrimci hareketinden koparak TİİKP-Aydınlık hareketine yaklaşmakta olması mı?(4)                                             

*          *          *          *          *    

İzleyebildiğim kadarıyla, devrimci hareketin hiçbir bileşeninden Kutlu’nun bu tümüyle haksız ve gerici değerlendirmelerine karşı herhangi bir tepki gelmedi. Bu üzücü olgunun altında yatan neden nedir? Bence bu duyarsızlık, esas olarak, devrimci hareketimize kapsamlı bir biçimde nüfuz eden ve bu arada onun, zaten yetersiz olan devrimci polemik geleneğinin zayıflamasına yolaçan tasfiyeci eğilimin kötürümleştirici etkisiyle açıklanabilir. Hiç de şaşırtıcı olmayan bu uğursuz sessizlik, ne yazık ki, devrimci hareketin kendi olumlu mirasını ve dolayısıyla varlık hakkını savunma iradesinin bile zayıflamakta olduğunu göstermektedir.

*          *          *          *          *    

Devrimci kişilik ve ahlak konusunda okurlarına nutuk çekmeye bayılan Işık Kutlu, Y. Atılım’ın 27 Temmuz 2002 tarihli 19. sayısında yayımlanan yazısında şöyle diyordu: “Yeni bir gündoğumuna doğru, dosdoğru çizdim kendimi. Hiçbir yalanda, hiçbir kandırmacada payım olmadı. Hiçbir kaygının peşinde küçültmedim gelecek kaygımı.” (“Hala Buradayım…”) Keşke bu söyledikleri doğru olsaydı! Bu yazıda Kutlu’nun bu söylediklerinin doğru olmadığını yeterli bir açıklıkla gösterdiğimi sanıyorum.    

                                                                                                               

DİPNOTLAR

(1) Işık Kutlu’nun 12 Mart dönemi uzmanı ve baş tanığı Gün Zileli Mayıs 1994’te yazdığı kendi mezartaşı yazısında (“Otuz Yıllık Düşünsel Serüvenim: Kemalizmden Marksizme, Marksizmden Anarşizme…”) şunları söylüyordu: “Yolun sonuna, yani Marksizmin son sınırına geldiğimi hissediyorum. Marksizm içi bir çıkıştan, bir yol bulma çabasından gittikçe umudumu kesiyorum. O zaman sorgulamamı Trotski’den Lenin’e, Lenin’den Marks’a, öncü parti teorisinden proletarya diktatörlüğü teorisine, devletin sönüşü teorisine uzatıyorum… “… Hangi gerekçeyle olursa olsun bir devlet kurduğun, iktidar olduğun an sen de küçük bir sömürücü ve baskıcı bir azınlık haline geliyordun ve kitleleri eziyor, yalan ve demagojiyle aldatıyor, polis ve ordu gücünle kendi diktatörlüğünü kurmaya girişiyordun… Devrimin fırtına kuşu anarşist Bakunin gerçeği yüzelli yıl önce ortaya koymuştu. İşte geç te olsa haklı çıkmıştı… Anarşistlerin haklı olduklarını kabul ediyorum. Marksizmde ısrar etmenin giderek liberalizmi ve reformizmi kabul etmek ve devrimden kopmak anlamına geldiğini görüyorum. Bu yüzden artık Marksizmden kopmanın zorunlu hale geldiğini düşünüyorum…” (Sosyalizmin Sorunları, Kitap Dizisi 1, İstanbul, Belge Yayınları, 1994, s. 111)
(2) Işık Kutlu, Atılım’ın 16 Mart 1996 tarihli 75. sayısında yayımlanan “Yenilgi” başlıklı yazısında 12 Mart devrimcileri için, bir zamanlar kendisi için tipik olan şu sözleri yazmıştı: “Türkiye devrimci hareketinin ’60’ta başlayan yükselişi ’68’lerde doruğa çıktı. Türkiye’nin genç devrimcileri coşkuyla ve büyük bir açlıkla teoriyi ve devrimci şiddet yolunu öğrendiler. Kentlerde başkaldırı çağrısı oldular, ‘şafak dağda söker’ deyip dağa çıktılar. Ve yenildiler… 12 Mart 1971 geldi. Bedeller zindanda, kurşunlarla ve darağaçlarıyla ödendi. Başkaldıranlar başverdiler. Kuraldır. “… Ölümü gördüler, Marksizm-Leninizmi ve halkların kardeşliğini haykırarak öldüler. Bilinçli bir yolda türkülerin en güzelini söyleyerek gittiler. İboydular, Mahirdiler, Sinandılar, Denizdiler; ipi ilk onlar göğüslediler.” Şimdi ise, Kutlu, devrimciliğin turnusol kağıdı ya da denektaşı sayılması gereken “cinsler arası ilişkiler ve cinselliğe yaklaşım” konusunda sınıfta çaktıkları ve “tamamen ucuz bir lümpen tarza denk düş”en bir eğilimin sahibi oldukları savıyla ve kendi gerici-feminist yaklaşımı uyarınca onları devrimci olmaktan çıkarıyor!
(3) Kutlu’nun kendisi, alabildiğine övdüğü ve göklere çıkardığı Nazım Hikmet’i savunduğu bir yazısında TKP’nin devrimci bir parti olmadığını şu sözleriyle dile getiriyordu: “Nazım partisine sadık bir sosyalist şairdir. Parti çizgisine ve disiplinine bağlı kalır hep. Oysa partisinin neredeyse hiç sosyalist devrim kaygısı yoktur. Uluslararası dayanışma adına, ülkesiyle ilgili konularda daima Sovyet çizgisini izlemiştir bu parti.” (“Sevdalınız Komünisttir”, Y. Atılım, 3 Mart 2001, abç) Öte yandan Kutlu, “TKP’nin tarihinden kesitlerin anlatıldığı Güven romanında da yoz kadın-erkek ilişkileri”nin “insanın yüzüne bir tokat gibi çarp”tığını ileri sürerken, bir başka yazısında TKP’lilerin ne denli “ilkeli” olduklarını ileri sürebiliyordu: “Bir zamanlar ‘eski tüfek’ sözünü TKP’lilerin yaşlıları için kullanırdık. Doğrusu düşüncelerimiz pek uyuşmazdı onlarla. Ama hepimiz duruşlarındaki inadı ve ilkelerine bağlılıklarını takdir ederdik.” (Y. Atılım, 30 Eylül 2000) Eğer tutarsızlığın ve pragmatizmin şampiyonluğuna oynuyorsa, Kutlu hanımın bu yarışı kazanacağından şüphe edemeyiz.
(4) Işık Kutlu, 1994 yılında olsa gerek, Gençlik Yıldızı muhabirinin sorularına verdiği yanıtlarda 1970’lerin başlarında Aydınlık hareketine girişini anlatırken şunları söylüyordu: “O zaman ortada ‘Şafak’tan (TİİKP-Aydınlık hareketinin o dönem yayımladığı illegal yayım organı-b. n.) başka mücadele edelim diyen hareket yoktu kanımca. Hoş, şimdi de farklı düşünmüyorum. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeli.” (Yaşama Dair, İstanbul, Varyos Yayınları, 1994, s. 9) O dönemde Eczacılık Fakültesi öğrencisi olan Kutlu, devrimci gençlik hareketi içinde en büyük güç olan THKP-C’nin ve ona kıyasla daha sınırlı bir etkiye sahip olan THKO’nun varlığından adeta habersiz görünüyor ve TİİKP-Aydınlık hareketinden başka militan devrimci bir hareketin olmadığını ileri sürüyor. Gerçekleri tümüyle tersyüz etme pahasına TİİKP-Aydınlık şakşakçılığı, herhalde ancak bu kadar yapılabilir. Bu hanımın saflarında yer almakla sözde övündüğü ve Şafak (=TİİKP-Aydınlık) revizyonizmine karşı acımasız bir savaşım içinde oluşan TKP-ML’nin önderi İbrahim Kaypakkaya bu sözleri duymuş olsaydı, neler düşünürdü acaba? 

Yorumlar kapatıldı.